Türkiye 2017’de Orta Doğu’da aradığını buldu mu?
Sıklıkla karşılaştığımız soru 2017’de de değişmedi: “Türkiye nereye gidiyor?”
Türk dış politikasını bir eksene koymak ya da bir çerçeveye oturtmak rota karmaşası yüzünden kolay değil. Başta Suriye ve Irak olmak üzere Orta Doğu’daki anlık gelişmeler, Türkiye’nin bu bölgeye dair seyir defterini takip edilemez hale sokuyor.
Bu gelgitler AB ve ABD ile ilişkilere de yansıyor. Dış politikanın genel karakteri haline gelen öngörülemezliğe karşın en belirgin hale gelen şey, Batı ile ilişkilerdeki kötüleşmeye karşın Irak ve Suriye’de fabrika ayarlarına geri dönme emareleridir.
“Toprak bütünlüğü, istikrar ve güvenliğin korunması” ilkesini önceleyen fabrika ayarları, Türkiye’yi çevreleyen krizlerin aşılmasında merkezi iktidarlarla yani Bağdat ve Şam’la çalışmayı gerektiriyor. Bu bağlamda Bağdat ile yeniden yakınlaşmanın katalizörü Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki (IKBY) bağımsızlık referandumu oldu.
Suriye tarafında ise Şam’la köprülerin henüz kurulamamış olması nedeniyle merkeze tekabül eden muhatap geçici olarak Rusya.
Ancak Suriye’de rejim devirme planının çökmesiyle birlikte yaşanan politika değişikliğindeki en önemli etken de Kürtlerin öncülüğünde kurulan “demokratik özerklik modeli” yani Ankara’nın ulusal bütünlüğe tehdit olarak gördüğü Kürtlerin kazanımları.
Görüldüğü gibi Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de siyaseti tayin eden faktör Kürt meselesi.
Suriye krizinde 2014’ten beri ABD ile ayrı düşen Türkiye, artan oranda çatışmasızlık rejiminin tesis edilmesi ve siyasal çözüm sürecine girilmesi konusunda Rusya ve İran’ın çizgisine kaydı.
Batı ile ilişkilerin zehirlenmesi karşısında Rusya kapısı, Ankara’ya manevra alanı açarken İran’la da bölgesel rekabet geriledi. Bunlara karşın Körfez’le ilişkiler ters yüz oldu.
Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun kızağa alınması sonrası Orta Doğu’daki karmaşadan tedricen çekilme eğilimine girilmişken Katar etrafındaki restleşme Türkiye’yi Körfez’deki yeni krize müdahil yaptı.
Suriye ABD ile restleşti, Rusya ile ortaklık kurdu ve gelişmeler değişti, restleşmeler başladı.
Aralık 2016’da Halep’te muhaliflerin elindeki bölgelerin tekrar ordunun kontrolüne geçmesiyle Suriye’deki hikâye tamamen değişti.
Moskova çatışmasızlık bölgeleri oluşturup siyasal çözümün önünü açma hedefiyle yeni bir inisiyatif geliştirdi. Türkiye ve İran’ı yanına alan Rusya, 30 Aralık’ta ateşkes ilan edilmesini temin ettikten sonra 23 Ocak 2017’de tarafları Astana’da buluşturdu.
Astana, BM’nin deruhte ettiği Cenevre sürecine paralel olarak bir yılda sekiz tur bindirdi. Ruslar Kürtlere “kültürel özerklik” veren bir anayasa taslağını da Astana’ya götürdü.
Bu sürecin en somut sonucu Rusya, Türkiye ve İran’ın garantörlüğünde dört çatışmasızlık bölgesinin ilan edilmesi oldu. Tabi bu çatışmaların kesildiği anlamına gelmiyor.
Astana süreci, Türkiye’nin Halk Koruma Birlikleri’ne (YPG) yardımda ısrar eden ABD’den uzaklaşıp Rusya’nın çözüm ortağı olmasını kolaylaştırdı. ABD, Rakka operasyonunun YPG yerine Fırat Kalkanı Harekâtı’na bağlı güçlerle birlikte yapılması önerisini kabul etmediği gibi Türkiye’nin El Bab’dan sonra Menbic’e girme planını da bölgeye zırhlı araçlarla girip bayrak dalgalandırarak önledi. Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ile mücadelenin sonuna gelirken ABD, omurgasında YPG’nin olduğu Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) yardım kalemini 2018 bütçesinde de korudu.
Rusya, Astana sürecinde Türkiye’nin silahlı gruplar üzerindeki etkisini kullanarak çatışmasızlık rejimini hayata geçirmeyi umarken bu işbirliğine karşılık Ankara’nın şartı vardı: Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin öncülüğünde inşa edilen fiili özerkliğin çökertilmesi.
Rusya, Fırat Kalkanı Harekatı’na yeşil ışık yakmak suretiyle Türkiye’yi Halep’te silahlı grupların tahliyesinde işbirliğine razı etmişti. IŞİD elindeki Cerablus-El Bab cebine giren Türk ordusunun baş önceliği Afrin ile Kobani arasında koridor açmaya çalışan Kürtleri önlemekti.