Saygı Ve Özlemle Anıyoruz – Hakki İşbecer Yazıları
Ben bu yazımı özellikle 10 Kasım içerikli olarak yazmayı düşünmüştüm ama konu o kadar geniş ki, konulara değinmeden, açıklık getirmeden ve bağlantı kurmadan geçemeyeceğim.
10 Kasım’da, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü ölümünün 84. Yılında özlem ve minnetle anıyoruz.
Yaşamını bu ülkenin geleceğine adayan, bu uğurda kendi kişisel yaşamından fedakârlık yapan, halkçı, toplumcu ilkeleri her şeyin üzerinde tutan Atatürk, bir taraftan onu anlayanlar, bir taraftan da onu anlamayanlar tarafından anılıyor.
Cumhuriyet Bayramı öncesinde, esnasında ve sonrasında gerçekleşen kutlamalara, konuşmalara ve yayınlara bakıldığında da benzer manzaralar yeniden yaşandı. Atatürk’ün devrimlerine ve cumhuriyet kavramına düşman olan kişilerin ve onun yöneticilerinin Atatürk’ü anlaması zaten beklenemez.
Cumhuriyetin özü anayasada, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olarak ortaya konmuştur. Ancak demokrasi, seçimden, sandıktan ve meclisten ibaret bir konu değildir.
Demokrasinin, cumhuriyetin, başka bir deyişle halkın egemenliğine dayalı bir yönetim biçiminin var olabilmesi için, aynı zamanda, yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığının; düşünce, ifade, yayın ve örgütlenme özgürlüğünün; ekonomik ve sosyal adaletin, gelişmiş bir eğitim seviyesinin ve laikliğin olması gerekir.
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulması, cumhuriyetin kurulmasına yönelik ilk önemli adımı oluşturmaktadır. Ancak TBMM’nin kurulması cumhuriyetin kurulması için yeterli bir adım değildir. Bu nedenle Atatürk, TBMM’yi kurmakla kalmamış, TBMM, 1922’de saltanatı ve padişahlığı kaldırmış; 1924’te halifeliği kaldırmış ve tüm vatandaşların bilimsel ve laik eğitim sisteminden yararlanmasını sağlayan Öğretim Birliği Yasası’nı çıkartmış; 1926’da kadının ve erkeğin hukuk önünde eşit haklara sahip olmasını sağlayan Medeni Yasa’yı onaylamış; 1934 yılında kadının seçme ve seçilme hakkını sağlamış; laiklik ilkesinin anayasal güvenceye kavuşması amacıyla, 1928 yılında “Devletin dini İslamdır” maddesini anayasadan çıkartmış ve 1937 yılında laiklik ilkesini anayasa maddesi haline getirmiştir.
Dinin, devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerini kuşattığı ve esir aldığı bir ülkede laiklikten söz edilemez. Laikliğin olmadığı bir ülkede de demokrasi ve cumhuriyet olmaz, teokrasi olur. Teokrasi, dinin ve ruhban sınıfının egemenliğidir, halkın egemenliği değildir. Laikliğin olmadığı bir ülkede cumhuriyet, İran’da söz konusu olduğu gibi, kâğıt üzerinde kalır.
Laikliğin olduğu bir ülkede vatandaşlar din, ırk, mezhep, dinsizlik, hakkında dünya görüşü konusunda kendi özgür iradelerine göre seçim yapmak hakkına sahip olurlar. Laikliğin olduğu bir ülkede din, ırk ve mezhep, vatandaşlara zorla ve baskıyla dayatılamaz.
Bu kadar konuya değindikten sonra, ayrıca şu vurguyu da yapmadan geçemeyeceğim.
Diyanet İşleri Başkanı’nın devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerine müdahale etmesi, devlette, Emniyet’te, silahlı kuvvetlerde, yargıda kadrolaşmanın din ölçütü üzerinden yürütülmesi, siyasetin dini söylemler üzerinden yürütülmesi, laiklik karşıtlarına siyaset kapılarının açılması, laikliğe aykırıdır.
Bu olumsuz gelişmelere etkin biçimde itiraz etmeyenlerin, cumhuriyet devrimlerine sahip çıkmayanların, cumhuriyete sahip çıktıklarından söz edilemez.
Yıllardır laikliği savunmakta yetersiz kalan malum parti yönetiminin, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda yayımladığı videoda da sadece TBMM’nin kuruluşuna vurgu yapmış olması, gerçek cumhuriyetçileri şaşırtmamıştır.
19 Mayıs, 30 Ağustos ile 29 Ekim’i birbirine karıştırarak Cumhuriyet Bayramı’nda sadece Kurtuluş Savaşı görüntüleriyle yetinenler bu milletin bağrında yaralar açtılar, mevcudiyet gösteremedikleri için, kalplerden dışlandılar.
